29 Ekim 2010 Cuma
Bayram Şekilcileri
Az önce bir arkadaşım "Biz koymazsak, Tvler yayınlamazsa, Atatürk anılmaz ki" gibi dünyanın en saçma cümlesini kurdu. Ulan sen böyle hatırlıyorsan hatırlama, anma daha iyi.
Neyse sinirlenmiyorum.
Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun.
19 Ekim 2010 Salı
47. Altın Portakal Film Festivali Notları
*Filmlerde yer bulmak çok zor ancak 2-3 saat önceden bulunursa bulunuyor.
*İlk gün 'Aslı Gibidir' filmine gittik, altyazı sorunu müthişti. İngilizce olan yerleri hadi anladık da Fransızcam yok üzgünüm.
*Cam Piramit-AKM ve Migros kavşağında trafik akşamları felç halinde. Hükümet bu festivalin arkasında olmadığı için de trafiği bazı yerlerde zabıtalar çözüyor.
*Festival çarşısı olmuş taş, boncuk çarşısı. Dört tane de Güney Afrika standı var.
*AKM ve Cam Piramit önündeki heykeller ve kırmızı halı çok güzel düşünülmüş.
*Jüri üyeleri ve konuklar Ramada Plaza'da ve Hillside Su'da kalıyor. Ağır toplar da Dedeman'da sanırım.
*Semih Kaplanoğlu'na saygım var fakat bilumum 2 aydır bilinen bir şeyi, Altın Koza'dan ödül alıp Altın Portakal'da yarışamayacağını öğrenince protesto etmesi gerçekten çok saçmaydı. Annemin yorumuyla 'güzel reklamını yaptı.'
*Kültür Bakanımız Günay birkaç ay önce geldiği zaman ağzını açmadığı Kusturica'yı Antalya çağırınca protesto etti. Antalya Büyükşehir Belediyesi'nin hükümetimiz tarafından sevilmediğini biliyor musunuz bilmiyorum. Kusturica da jüri üyeliğinden çekilip ülkesine geri döndü.
*Ömer Kavur'un 1979 yapımı 'Yusuf ile Kenan'ına gittik, Cem Davran küçücüktü.
*Atilla Dorsay'ın aslında çok kötü çektiği fotoğraflarıyla yaptığı 'Yeşilçam Bugün' sergisinin açılışına gittik. Eşref Kolçak çok süper bir adam, fotoğraf çekilirken birbirimize karşılıklı süper dedik. Yılmaz Köksal'ın üzerindeki gömlekten bende de vardı, bunu söyledim. 'Evet deli gömleği' bu dedi. Bulut Aras çok yakışıklı adam, nerdeyse hiç yaşlanmamış.
*Gala Yemeği adı altında Ramada Plaza'da yapılan kokteyle gittik. Aç kaldık. Üniversite hocaları ve CHPliler vardı genellikle. Ardından da Erol Albayrak defilesi vardı. Tuğçe Kazaz ve Çağla Şikel gerçekten çok güzellerdi.
*Tüm after partyler Ramada Plaza'da yapıldı, içkiler beleşti:P
*Onur Ödülleri Töreni de komikti, salon boştu. Doktorum programındaki kadın sunuculuk yaptı, çok heyecanlıydı. Serkan Çağrı ve Rumeli Band resmen döktürdü. Antalya Senfoni Orkestrası çok başarılı. Yeşilçam şarkıcısı Belkıs Özener sanırım oğlunu piyasaya sunacak zira çoğu şarkıyı ona söyletti. Serkan Çağrı da çok mütevazı bir adam ve de çok yetenekli.
*Tüm sanatçılar Akaydın'ını yıkadı yağladı sahneden. Günay'a da edilmeyen laf kalmadı.
*Çoğunluk filmine gittik. Tam bir apaçi biyografisiydi. 'Selaaaam Bartu beeeeğn.' en iyi erkek oyuncu ödülünü aldı. Film güzeldi ama ben hala Gölgeler ve Suretler'in hakkının yendiğini düşünüyorum.
*Aynı günün akşamı canım Derviş Zaim'in Gölgeler ve Suretler'ine gittik, film çok güzeldi. Derviş Zaim'in olgunluk eseri gibiydi. Buğra Gülsoy'a aşık olmam da bu ana denk gelir. Gala filmlerinde salona oyuncular da geliyor ve kendisini görmemle konuşmamın saçmalamaya başlaması aynı ana denk geliyor:D
*Ödül Töreni'ne gelince o gün sağanak yağmur vardı. Tören Cam Piramit'teydi ve ne yazık ki konukların hepsi ıslandı içerde. Gerisini televizyondan izleyenler olmuştur zaten. Sunucular Ebru Akel ve Engin Altan Düzyatan'dı, ikisi de birbirinden beterdi. Ödül alanlar verenler neredeyse kimse yoktu, bunu öğrenmek zor bir iş değil, organizasyon çok çok kötüydü. Hüsnü Şenlendirici'de pek numara yok, hele Serkan Çağrı'yı gördükten sonra insan hiç beğenmiyor. Özcan Deniz baya zayıf adammış, senfoniyle de güzel bir uyumla şarkılarını söyledi.
*Kapanış after party'ye girdik, herkesler oradaydı. İlker İnanoğlu 1965 doğumlu olduğuna inanılamayacak şekilde taş bir adam, anca bende 5-6 yaş büyük görünüyor sadece. Buğra Gülsoy'a hislerimi zaten bilen biliyor:P Engin Altan Düzyatan yakından o kadar yakışıklı değil fakat o nasıl sestir yarabbim! Kadir İnanır'ı tek seven benmişim tanıdıklarımdan onu öğrendim bir de:) Haa bir de Coşkun Göğen aka. Tecavüzcü Coşkun kankam olur.
Neler öğrendim:
*Seneye tam randımanlı olarak filmleri seyretmek için AKM'ye kamp kuracağım, yemeden içmeden.
*After Party'lere giriş zor değil, hepsine gideceğim.
*Söyleşilere katılmak önemli.
*Sanatçıların çoğu çok mütevazı, tanımak, konuşmak güzeldi.
Hmm seneye hazırım ben.
15 Eylül 2010 Çarşamba
Sosyal Medya Canavarları
Şimdi diyeceksiniz ki ee sen niye okuyorsun böyle insanları diye, diyeceğim ki zamanım çok.
^_^ şu smileyden ve türevlerinden ölesiye nefret ediyorum, sakın yapmayın bana.
16 Ağustos 2010 Pazartesi
The Expendables
Haftalardır bekliyorum ben bu filmi. Saf aksiyon filmi izleyemiyoruz çünkü artık, mutlaka saçma olaylar oluyor, kadınlar yüzünden kahramanlar ölüyor, bilumum sevişme sahnesi oluyor. Ama yok bu filmde bunların hiçbiri yok. Tamamen saf aksiyon filmi. Filmde neredeyse kadın bile yok, 2 tane var. Biri Jason eniştemin eski sevgilisi, biri de generalin kızı. Şimdi gelip bana olur mu Sylvester kız yüzünden ölüyordu az daha demeyin, olay kız değildi.
Kahramanlarımızın hepsi baya yaşlanmış ama hiçbirinde iş bitmemiş. Ne kadar aksiyon varsa hepsini yapıyorlar maşallah.
Filmde bilumum aksiyon yıldızı mevcut. Yok yok. Sylvester Stallone, Jason Statham, Jet Li, Dolph Lundgren, Mickey Rourke, Randy Couture, Terry Crews...
Dolph Lundgren ki kendisini Rocky serisinden Ivan Drago olarak tanıyor ve sevmiyoruz, Rocky'ye de az gönderme olmadı değil filmde.
Arnold Schwarzenegger de görünüyor bir ara ve resmen tarihi bir an oluyor bence. Kendi hayatına yapılan göndermeler de nefisti.
Bruce Willis olmadan aksiyon filmi olur mu olmaz tabii denilerek o da görünüyor.
Mickey Rourke benim kankam olsun beraber içelim falan istiyorum ben, tam kanka olunacak adam.
Jason Statham zaten dünya ahiret eniştem, en yakın arkadaşıma alacağız kendisini, yabancıya gitsin istemiyorum.
Sylvester Stallone'a gelecek olursak, ben o adamı çok seviyorum. Annemin bana hamileyken sinemada Rambo 2'ye gitmiş olmasının da etkisi olabilir belki ama harbi seviyorum bu adamı. Rocky serisinin hastasıyım ama hiçbir arkadaşım da sevmiyor. Oturup altısını birden aynı gün izleyip, terör estirmeyi planlıyorum tek başıma. Oynadığı diğer filmleri de seviyorum ama Rocky'nin yeri çok ayrı.
Baya yaşlanmış ve botoxtan heralde mimikleri belli olmuyor.
Yine de seviyorum, yine de seveceğim.
Velhasılı kelam film başta da bahsettiğim gibi saf bir aksiyon filmi. DVD'si çıkınca ayda bir izlemeye de karar verdik biz. İzleyin izletin herkes izlesin:)
14 Ağustos 2010 Cumartesi
İmdat Kuruyorum!
Eskişehir'de ise bu durum tersine. Hava çok kuru. Kışın lahana modunda yaşıyoruz burda. Yazın akşamları şahane bir hava oluyor, gece ise baya baya serin. Ama o gündüzler. Hava çok çok çok kuru. Ve ben kuru havayı hiç sevmiyorum. Afakanlar basıyor, darallar geliyor. Kafamdan aşağı koca damacana suyu boşaltsam, duşta yaşasam yine kuruyorum. Çok sıcak diyince de Antalya'daki, İstanbul'daki ve bilumum şehirdeki arkadaşımdan laf işitiyorum. Ama anlamıyorsunuz ki harbiden kuruyorum lan! Hücrelerimin, damarlarımın çekildiğini falan hissediyorum. Of.
Türk Kahvesi ve Fal
Benim pek kahvedir, çaydır aman nescafedir amanın bilmem nedir pek aram yoktur. Sevmiyorum sıcak şeyler içmeyi. Hatta çay içmeye bu sene belediyede konseyde alıştım. Hayatımda ilk çay demleme olayını da geçen hafta gerçekleştirdim. Ama. Türk kahvesini çok severim. Severim ama evde oturup yapmam hiç. Ya dışarda içerim (Kahve Dünyası rocks) ya da eve gelen ve güzel kahve yaptığını söyleyen arkadaşlara (özellikle anneme) yaptırırım. Annemleyse zaten direkt kapatırım fincanı. Arkadaşlarımlaysam onlar direkt kapatır. Falcıbaşı olurum anında. Bazen tutar, bazen tutmaz. Çünkü bazen harbiden görürüm bi'şeyler, bazen sallarım bi' tarafımdan.
Falın üç klasiği bellidir zaten:
Sana bi' yol var.
İçin kabarmış.
Yüreğin pır pır etmiş.
Bazılarında kalp, bazılarında sayı, bazılarında harf görürsün. Bunları bir kombinasyona sokup söylersin. Karşındaki de 'hmm kim acaba yaa' diye içten içten düşünür. Aklındaki insanla o harfi bağdaştırmaya çalışır, yoksa da 'şu olabilir' diye isim türetir. Birilerinin ona aşık olacağını düşünür ve mutlu olur. Hayır bu durum gerçek olsa bana şu ana kadar 80 adamın aşık olması gerekiyordu. Neyse.
Durum o ki herkesin bir fal merakı var. Gerçek olmayacağını bile bile usul usul dinliyoruz fal bakan kişinin ağzından çıkanları. Kendi hayatımızda bir yere koymaya çalışıyoruz. Çünkü birileri bizim yerimize karar verse, ya da her şeyi önceden görebilsek hayat daha güzel olacak gibi geliyor. Öyle yani.
Dipnot: Kahve Dünyası'nda ikram olarak ortaya çikolatalı kahve çekirdeği getiriyorlar. Ben çikolata sevmediğimden ama beyazını yiyebildiğimden onun beyaz çikolatalısını çok seviyorum. Benimleyken beyazlarını yiyenlerini dövüyorum. Burdan da yazayım dedim.
7 Ağustos 2010 Cumartesi
Enjoy The Silence
Bu benim en sevdiğim şarkı. Hani dönem dönem değişir ya en sevdiğin şarkılar. Bu bende hiç değişmedi. Her zaman listenin başında.
Sözcüklerin can acıtan ve gereksiz şeyler olduğunu söyleyen bir şarkı.
Verilen sözlerin aslında bozulacağını bilerek söylendiğini söyleyen bir şarkı.
Şu dünyada en önemli şeyin aslında her zaman istediğimizin kollarımızın arasında olduğunu söyleyen.
O andaki sessizliğin ne kadar güzel olduğunu anlamamız gerektiğini söyleyen.
Sözcüklerin gereksiz olduğuna inanan ama çok güzel sözleri olan şarkı.
Nereden biliyorum ya da hissediyorum bilmiyorum ama aşık olduğumda böyle hissetmek istediğime eminim.
Umarım hak eden herkes her zaman istediği insan yanındayken onu sözcüklerle kaçırmaz, sadece sessizliği dinler.
Canlı dinlemek isteyenler: http://www.dailymotion.com/video/xka5o_depeche-mode-enjoy-the-silence-live_music
28 Temmuz 2010 Çarşamba
Gerçek Avatar:The Last Airbender
Neyse efendim şimdi ben bu gerçek, has ve öz Avatar'ın hastasıyım. Zaten çizgi filmleri çok severim fakat bunun yeri çok ayrıdır.
Gelelim Shyamalan amcanın yaptığı abuk filme. Çok da gelmeyeyim aslında zira filmi pek beğenmedim. Tamam yerden yere vurulacak kadar değil ama yine de olmamış. Salak Sokka olmuş mavi gözlü şirin bir çocuk, güzelim Zuko olmuş bir Bollywoodstar. Zaten Shyamalan birazcık daha kassa tüm film Hint oyuncu kaynayacakmış. Ulen bütün Ateş Ulusu Hintli olmuş be. Aang'i oynayan çocuk da bir garip ama şirin olmuş. Appa desen rezalet, çok çirkin bir yaratık yapmışlar. Neyse gördüğünüz gibi ben filmin böyle olmasına üzülmüş olanlardanım.
Ama gidin izleyin tabii. Toy Story 3'te de dediğim gibi; Film 3D, salonlar klimalı ama değişik olarak çok çocuk gelmiyor. Aşağıdaki çizimi yapan her kimse de öpüyorum burdan.
27 Temmuz 2010 Salı
Deftones Konseri
http://fizy.com/s/1an666
İnsanoğlu Kuş Misali-1 : Deftones Konseri
İstanbul’a Giriş Dersleri 101
2 kız sabahın 6.30undaki İstanbul arabasına binmek üzere, saat 5 de uyanırlar. Daha doğrusu Gonca uyanır, kahvaltıyı hazırlar ve Sinem’i uyandırır. Zaten gece 3’te uyudukları için uykudan ölmektedirler ama Deftones işte uyanmak lazım. Neyse hazırlanırlar, sırt çantalarını takarlar ve otogara giderler. Fakat şöyle bir ayrıntı var bu iki salak İstanbul’u hiç bilmemektedir, dolayısıyla nerede ineceklerini de:) Muavin sorar neresi diye, valla bilmiyoz biz de diye bir cevap alır. Yedikule Zindanları nerededir:) Adam da bilmez, neyse siz Esenler’ de inin oradan bulursunuz der. İyi bakalım diyip 6 saatlik yolculuk başlar. Bu ikisi pür dikkat yolları incelemektedirler. Adapazarı’nda mola verilir baya güzel bir yerdir, fakat tabi tipler pek normal olmadığı için millet garip garip bakar bizimkilere.(birinin saçı lacivert birininkinin morumsu).Velhasıl kelam İstanbul’a varılır, hatta Esenler’ e de gelinir, eveeeet nerdeyiz bilmiyoz, nereye gitcez onu da bilmiyoz diyip, millete Yedikule niree diye sorulur. O sırada bir tane daha kızcağız da bizimkiler gibi aranmaktadır. Bunlar hemencecik kaynaşırlar. Önce metroylan bir yere, ordan da mavi trenle Yedikule’ye gelirler. Bu arada Gonca ve Sinem hala nasıl kaybolmadıklarına inanamaz halde yürürkene zindanları görürler. Heyoo diye bağırırlar bu arada saat 13.00 sularıdır ve kapılar kapalıdır, deli gibi sıra vardır. Bilet gişesinde de kredi kartı geçmiyordur, aha sıçtık der Gonca zira biletleri yoktur ve nakit para sıkıntısı kol geziyordur. Toplam 150 milyonları vardır ve biletler de 50 milyondur. Kadere razı olunur ve 100 kaat bayılırlar küfrede küfrede (küfretme işini Gonca yapar, Sinem masumdur:)) Bu zavallıcıklar açlıktan da ölmektedirler bir yandan fakat Yedikule de öyle bir yerdir ki anca meyhane var. Neyse yürüye yürüye bi kebapçı bulup, bi güzel tıkınırlar. Plan yaparlar, 50 milyon kaldı napacaz diye. Allah kerim diyip alana geri dönerler ki kapılar açılmış, erken gelenlerin hepsi gölgeleri kapmıştır. Bizim kızlar da bir oraya bir buraya bakınaraktan keşfe çıkarlar. Bilumum tanıdık çıkar, konuşulur, eğlenilir, dedikodu yapılır:)
Deftones Konseri
2 adet amatör grup ki biri Gabrieldi, ötekini hatırlayamıyorum şimdi:), sonra Çilekeş, Dorian, Katatonia çıkar. Bu süre zarfında Gonca, yok yok Deftones yok aslında çıkmazlar; yok canım Chino burada mı şimdi diyerekten saçmalar. Fakat saatler 22.00’ı gösterdiği anda Deftones sahnededir. Herkes şoktadır, Passenger girer ki ilk şarkı olarak , Gonca kalp krizinin eşiğindedir .Ardından My Own Summer’da artık kalp krizi farz olmuştur zira Gonca’nın en sevdiği şarkıdır kendileri. Konser 2 saat mi ne sürer süperdir, bu arada tekrar bekliyoruz efendim bu kesmedi:) Konseri anlatmayayım çok, göremeyenler üzülmesin :p Neyse eee konser bitti napıcaz ne kalcak yer var ne para var derler, Sonra da bari merkezi bi yere gidelim de sabaha kadar bekleyelim derler çünkü Eskişehir arabaları belli saatlerdedir. Konser alanından bilumum yerlere minibüs kalkıyordur. Gonca kızımız görevliye sorar bizim merkezi bi yere gitmemiz lazım, neye binicez diye. Bu arada sadece 10 milyonlarının kaldığını da belirtmek isterim. Harap ve bitaptırlar, İstanbul bizi yiyecek diye beklemektedirler:) O sırada arkadan bi ses ‘nereye gidiyorsunuz Goncaaanım’ der, Gonca ve Sinem şok içinde dönerler. Gonca’nın kuzeni Derya Abi(o günden beri kahramanımızdır kendisi:)) Gonca kuzeninin boynuna atlar, bu kadar sevindiğini de hatırlamaz. Derya Abi de arkadaşlarıyla gelmiştir ve onlarda kalacaktır. Neyse uzun lafın kısası Derya abi bu salakları alır giderler eve. Salondaki çekyat açılır, herkes yorgundur zaten, hemen uyur millet.(Burada bir dip not vermek istiyorum: ağır uyku sorunu olan Gonca, hayatında ilk defa yastığa başını koyarken uyumuştur.) Sabah olur, artık dönüş vaktidir. Derya ağabeyin içi rahat etmez ama önemli bi buluşması vardır, kızlara otogara gidecek otobüslerin yerini tarif ederler ve ayrılırlar.
İstanbul’dan Kaçış
Bu kızlar geze geze bulurlar otobüse binerler, pür dikkat izlerler çevreyi. Vay be İstanbul yendik lan seni zuahahha modunda otogara doğru ilerlerler. 2 saat sonraya bilet bulurlar, hemen alırlar. Açlık gene öne çıkar, otogarda bi dönercide bi güzel yemek yerler. Sonra gezinirken onu görürler: Carrefour:) Koşuuuun diye dalarlar oraya ve Gonca’nın hiç görmemesi gereken şeylerden vcd ve dvdleri görürler. Gonca Sinem’den kaçıp filmlere dalar. Neyse 5 tane vcd, 2 tane de su ile Carrefour’ dan kurtulurlar. Otogara geri dönerler, otobüsleri de gelmiştir. Gonca gazete alma bahanesiyle yoğurt aramaya çıkar, Sinem’ e çikolata.(Sinem’in çikolata, Gonca’nın da yoğurt krizleri pek bi meşhurdur:)) Kolalı jelibon ve 2-3 gazeteyle geri döner Gonca otobüse ve geri dönüş başlar. Eskişehir’ e vardıklarında yorgunluktan ölmektedirler ve hala Derya abiye dua etmektedirler. Ama Deftones dinlenmiştir en önemlisi de budur:)
Bu hikayeden çıkarılacak dersler:
1-Konser biletini önceden al.
2-Kalacak yerini ayarla.
3-Nakit paran bol olsun.
4-İstanbul’dan kork ama seni yutmasına izin verme. Kaybolmuyorsun ilginç bir şekilde.
5-Arada risk almak iyidir.
6-Deftones süper bir gruptur.
Gonca
23 Temmuz 2010 Cuma
Deniz Kenarı Gözlemleri
*Çılgın Emekliler: Bu gruba sabahın 6'sında kalkıp denize gelen amcalar ve de teyzeler giriyor. Her sabah gördüğümde 'ulen kaçta geliyorsunuz da şimdi dönüyorsunuz, deli etmeyin lan adamı' diyorum içimden. Uykusuz olunca sinirli oluyorum da biraz. Neyse bu amcalar ve teyzeler her gün birbirlerini gördükleri için kanka modundalar. Bir gün biri gelmezse ' Aaa Nejat beye noldu acaba?' diye meraklandıklarını da görmüşlüğüm var. Bir süre sonra sizinle de kanka oluyorlar.
*Eskinin Kırosu Yeninin Apaçisi: Bu grup adından da belli olduğu üzere değişik delikanlılardan oluşuyor. Bunların bir kısmı kalabalık arkadaş grubuyla gelip, birbirlerinin omzuna çıkıp milletin kafasına atlamaya çalışırlar. Öküzlemesine kahkahalarının da tüm sahili inlettiğini belirtmeliyim.
Bir de bunların iki arkadaş gelip sahilin belirli ama farklı bölgelerine konuşlananları var. Bunlar tahmin edeceğiniz üzere açıkta kız avına da çıkarlar.
Bu grubun son çeşidi de tek başına takılanlardır. Bu tipler bir kız grubu-tercihen turist- bulup yanına çöreklenir. Kızlar denize girerse bu da girer. Kızlar çıkarsa bu da çıkar. Sırf hava atmak için sabahın 11'inde adına vurulduğu Sex On The Beach içer ve sıcakla beraber yamulur. Bunları çoğunlukla şemsiyeci arkadaşlar bir süre sonra alır götürür.
*Çok Güzeliz Yaaa Kızları: Bunlar genellikle 4 veya 5 kişilik kız gruplarından oluşur. Makyajdır, küpedir, bileziktir full aksesuar gelirler. Birbirleriyle konuşurken veya yüzerken, birbirlerinin yüzlerine değil çevredeki erkeklere bakarlar. Ortamda kendilerinden başka kız varsa kötü gözle süzerler. Aynı pozla fotoğraf çekmeye çalışırlar. 'Burcucum çok güzel çıkmışsın' durumunun denizdeki temsilcileridir.
*Sülalecek Gelenler: 8 veya 10 kişiden oluşan aile gruplarıdır. Torun tombalak ve nine vazgeçilmezleridir. Dolma, sarma, köfte, buzlu su da diğer vazgeçilmezleridir. Bir kısmı denize şalvarla, bir kısmı donuyla girer. Tüm gün deniz kenarında takılırlar.
*Ne İdüğü Belirsiz Turistler: Evet turistler canımız ciğerimiz fakat bir kısmı gerçekten çok ilginç. Bunların ailece gelenleri var, arkadaş grubuyla geleni var, yalnız takılanı var. En ilginci ise Rus erkeklerin altın kolye merakı. Çıkarmıyorlar boyunlarından. Bir de bu sene neredeyse tüm turistler denize güneş gözlükleriyle giriyorlar.
*Sevişgenler: Bu grupta adı üzerinde plaja sevişebildiğini göstermeye gelen gençlerimiz yer alıyor. Fazla söze gerek yok.
*The Others: Evet diğerleri kısmına denize yüzmeye gelen, güneşlenirken olay çıkarmayan, sahilde kitabını okuyup suyunu içen, arkadaşıyla sessiz sakin muhabbet eden insanlar giriyor.
Deniz güzel. Yüzmek en güzel şey.
21 Temmuz 2010 Çarşamba
Toy Story 3
Toy Story filmine ilk gittiğim zaman yanımda ailem vardı ve 10 yaşındaydım, daha ilkokula gidiyordum. İkincisine ne zaman gittiğimi hatırlamıyorum. Üçüncüsüne dün tek başıma gittim, üniversite mezunuyum artık. O nedenle filmde duygusal anlara boğuldum. Üstelik bir salon dolusu çocukla.
Toy Story 3 ise tıpkı ilk ikisi gibi çocuk filmi olarak anılmayı kesinlikle hak etmeyen bir film olmuş.
Canııım Woody'nin çabaları, Buzz'ın İspanyol halleri -salonu gülerken inlettim sanırım-, çöpte yanmak üzereyken oyuncakların el ele tutuşmaları -öldürdü o umutsuz bakışları beni-, Andy'nin filmin sonunda tekrar oyuncaklarıyla oynaması çok güzeldi. Ühü.
Toy Story 3'ü mutlaka izleyin. Hava da sıcak, salonlar klimalı. Film de 3 boyutlu. Oh mis.
20 Temmuz 2010 Salı
Nine Inch Nails!
Nine
Inch
Nails
Başka söze gerek var mı? Bence yok!
Senelerdir bekliyorum. Beklediğime kesinlikle değdi. Hem de son turnede. Hiç izleyemeyebilirdim de. Çok şanslıyım valla:) NIN’in geleceği açıklandığında tamam dedim, işte bu süper bir haber, ötesi de yok. Bilet satışa açıldığı gün alamadıysam da hemen 2. gün aldım biletimi. Sahne önü biletimi de.
Tam 3 aydır gün sayıyorum. Son 2 gün kala da saatleri. Hele son 3 saat kala kalp krizi geçirmemek için kendimi zor tuttum. Bilumum gencin Rock’n Coke’a Linkin Park için geldiğini biliyorum ama inanın NIN için gelen de çok fazlaydı. Hatta resmen groupieleri de gelmişti, dünyanın dört bir yanından. Çoğunun şahane NIN dövmesi vardı.
Saat 22.00 olunca Sahne önü sırasında beklemeye başladım, bir yandan da derin derin nefes alıyorum. Kafamda kovboy şapkası. Resmen heyecandan midem ağrıyor. Uzun bi bekleyişten sonra demirle açılıyor ve sahne önüne giriyorum. En önde duruyorum. Herkes heyecanlı, herkesin yüzünde inanamazlık ve mutluluk var. Bende de tarif edemeyeceğim bir mutluluk var.
Saat 22.35 oluyor ve NIN sahnede! Allahım ağlamamak için kendimi zor tutuyorum ve çok ciddiyim dalga geçmiyorum:) Ne hoş geldin, ne Hello Turkey, İstanbul gibi yapmacık hareketler. Hiç bişey yok! Trent artizlerin Allahı olduğu için geliyor, çalıyor, bizi mahvediyor ve gidiyor. Giderken de bişey demedi, zaten erken bittiği için gittiğine de inanamadık, uzun bi süre bakakaldık.
Böyle bir performans yok! Böyle bir ses yok! Böyle ışık gösterisi yok!( Tool’un hakkını yemeyeyim ama bu da şahaneydi). Trent 3 kere mikrofon ayaklığını fırlattı, klavyeyi yere attı, oraya buraya tükürdü, mikrofonu bi ara seyirciye attı. Manyak ya! Şu dakika hala inanamıyorum Trent’i canlı ve 5 metre uzaktan izlediğime. Göz göze de geldim kendisiyle tabi abartıyor da olabilirim ama düşüncesi bile yeter bana.
Closer çalmadılar ama olsun. NIN’i ilk ve yüksek ihtimalle son kez dinledim. Bu bana yeter de artar bile. Tüm konser sırf Trent’i izlemek için sakin kalmaya çalıştım ama hastası olduğum The Hand That Feeds çalınca yerimde duramadım, koptum resmen koptum. Bittiği zaman titreyerek çıktım sahne önünden.
Kısacası Nine Inch Nails’i şu güne kadar dinlemediyseniz, en azından dinlemeye başlayın. Canlı dinleme şansını kaçırdınız artık:)
Benim için çok önemli olan bu grubu ve Trent’imi canlı canlı izlediğim için dünyanın en mutlu insanı benim artık!
19 Temmuz 2010 Pazartesi
Lost Lost Diye Nicesine Sarıldım
Gözünü açtığından beri hastası olduğum Jack'i, Star Wars hastası ve de hep böyle bir arkadaşım olsa keşke dediğim Hurley'i, ailemizin müzisyeni caanım Charlie'yi ve brother Desmond'u çok özleyeceğim.
Ne kadar acayip bitmiş olursa olsun, bir dizi için kafamızı patlatmamıza, ulen noluyor yahu dememize sebep olmuştur.
Close your eyes Jack diye bitiresim geldi. Nedensiz.
18 Temmuz 2010 Pazar
Elmalı!
İşte böyle kısa bir tanıtımın ardından bize geri döneyim. Genellikle hafta sonları geldiğimiz için buraya yıllardır yapılanlar bellidir. Cumartesi günü öğlen mutlaka Şen Baba’ya gidilip şiş köfte yenir, akşamına da ayazlıkta mangal yapılır. Ayazlık ne diyecek olursanız balkon gibi bir şey olarak düşünebiliriz. Ben küçüklüğümden beri ayazlığı çok severim, akşamüstü oldu mu kendimi oraya atarım. Hatta bir keresinde oraya çadır kurup gece orada uyumuşluğum bile var. Fakat tabii yağmur, kar, güneş derken ayazlığın tahtaları baya bir eskidi, şimdi mangal esnasında orda keyif yapamıyoruz. Bu arada Şen Baba olayına geri dönmeliyim. Köftelerini en sevdiğim yerdir şu dünyadaki. Hele bir de cacık, piyaz, közlenmiş soğan ve de mis gibi kıpkırmızı domatesler olunca yanında, of of diyeyim. (Umarım bunu okurken aç değilsinizdir. :)) Bu arada ev iki katlı ve ahşap. Üst katta anneannemler, alt katta anneannemin kardeşi, kısaca Dayılar yaşıyor.
Ben şimdi izninizle günümüzden bahsetmek istiyorum. Annemle Cuma akşamüstü kalktık Elmalı arabasına bindik. Ölüyoruz açlıktan bu arada. Eve geldik ki amanın anneannem döktürmüş. Sofraya yumulduktan sonra ki saatler 22’yi gösteriyor olmalı milleti bir uyku tuttu. Annemi zaten buraya gelince hava mı çarpıyor nedir çat diye uyudu. Ulen saat daha 23.00. Herkes de yatınca tabii ben oturdum laptopta Lost izlemeye başladım. Bu arada evde teyzemin Finike’ye giderken yanına almadığı kedi Duman da var ve annem kedilerden korkar. Evde kovalamaca oynuyorlar resmen.
Duman evin en serin bölgesini bulup direkt oraya yayılmasıyla ünlü.
Neyse tabii ben 2 bölüm falan izledim Lost’u, amanın 3.ye başladım şarjı bitiyor. Ev eski olduğu için odalardaki prizlere tüm fişler giremiyor, dolayısıyla hep üçlü priz desteği lazım oluyor. Ben gecenin 1’inde ahalinin uyuduğu ahşap evde, üçlü priz derdine düştüm, bir tane buldum o da bozuk çıktı. Bir yandan da bizim odanın kapısını kapamaya çalışıyorum ki Duman girmesin. El mahkum bari yatayım dedim. Çekyatlardan nefret ediyorum dostlar. Öyle böyle değil hem de. Neyse yattığımda saat 1.15. Uyuyamıyorum. Dönüyorum, düşünüyorum, yok. En son bir ara saate baktığımda 3’tü, sızmışım. Bilumum sela ve ezan seslerine karşı da uyumayı sürdürdüm ve de saatler 13’ü gösterdiğinde uyandım. Apar topar giyindim Şen Baba’ya gittik. Buradan sonrasını yediğin içtiğin senin olsun kapsamına girdiği için anlatmıyorum ama eskisi kadar yiyemediğim için üzüldüm diyeyim. Akşamına da çılgın bir mangal macerası. Tamamdır. Klasik olarak cumartesi akşamı akrabalar geldi ve de ortamda olmayan akrabalar hakkında dedikodu yaptılar. Duman da babacığımı aratmayan bir performansla evin çeşitli bölgelerinde uyudu. Velhasıl Pazar oldu gitme vakti yaklaştı. Fakat o da ne bir yağmur başladı ki göz gözü görmüyor sayın okuyucular. Otobüsle gideceğiz o yüzden belli bir yere kadar çıkmamız lazım ki, çıkmamızla sırılsıklam olmamız bir oldu. Bu arada Elmalı kuru bir iklime sahip olduğundan ve de ben nemli ortamlara alışık olduğumdan, evde devamlı ‘Kuruduuum, kuruyoruuuum’ diye bağırıyordum. Sanırım bu sırılsıklam halimde cevabımı almış bulunuyorum. Manyak bir yolculukla (150 kiloluk bir amca yanıma daha doğrusu vücudumun sol tarafına oturdu, bir bebek ağladı durdu.) Antalya’ya geldik. Evim evim güzel evim.
Sonuç olarak demem odur ki; beyaz tshirtle sağanak yağmura yakalanmak gibisi yoktur.
15 Temmuz 2010 Perşembe
Karikatür Camiası
4 senedir üniversitemin Karikatür Kulübü içindeyim. 3 sene de başkanlık yaptım. Bunların çoğunun ciğerini biliyorum o yüzden. Öncelikle iki çizik atıp 'hehö ben karikatüristim' diye geçinen tipler üredi. Sonra 'abi Ersin beni anlatıyor yaa' cılar. Arkadaşlarıyla tamamen Yiğit Özgür karikatürleri aracılığıyla konuşanlar da var mesela. (Hayır, şarkıcı olamıyor.) 'Esprilerim çok iyidir benim' diyip de Alpay Erdem-Vedat Özdemiroğlu mixi yapıp getiren de çok oldu. Neyse bunlara çok laf edecek yetkili merci değilim tabii ben ama durum genel olarak böyle.
Bilumum dergiyle muhattap oldum tabii ben bu kulüp sayesinde. Leman bizi hiç sallamadı mesela. Ha keza Penguen de öyle. Hep bahane uydurdular. Uykusuz'u bu konuda tek geçerim. (Tabii telefonda saatlerce dil dökmelerimi saymıyorum şu an.)
Bundan sonra isim yok gençler kusura bakmayın.
Şu genç kızların ölüp bittiği, genç erkeklerin de idol saydığı çoğu karikatürist aslında harbiden tırt insanlar. 'Ben burda kalmam bana 5 yıldızlı yer ayarlayın' diyeninden, trenden iner inmez 'aha karı' diye üstüme atlayanından, söyleşiye gelip de ağzını açmayan çeşidinden, söyleşiye sarhoş gelmek gibi salak bir düşünceye sahip olanlarından, gece eğlenme amacıyla gidilen mekanda barmenin sevgilisine asılıp dayak yiyeninden, romantik prens modunda takılıp da aynı anda 3 kızla yiyişeninden (gram abartma yoktur, oturduk tüm kulüp ağzımız açık izledik.), yatağa atmaya çalıştığı kız(lar)ın hesabını falan da kulübe kitleyeninden, çok çeşit insanlar bunlar.
Tabii böyle garip olanların dışında dünya iyisi olanlar da var. Hala muhabbetimizin sürdüğü insanlar bunlar. Harbiden insan olanlar yani. Gece mekanda bile karikatür dersi vereninden, yolda gördüğü zaman selam verip, sarılanından bunlar. Onlara selam ederim.
Demem o ki sadece okuyun ve geçin çoğunu. Öyle idolünüz de yapmayın. Ya da bir kaçını yapın hadi izin verdim.
Uyku Mevzuu
Benim uyku sorunum var. Hem de öyle yeni falan değil kendimi bildim bileli var. Hiçbir zaman kafamı yastığa koyduğum anda uyuyamadım. Gerçi durun bir kere oldu. Çılgın Deftones maceramızdan sonra kafam yastığa değer değmez uyudum. (İyi oldu hatırladığım o yazıyı buraya kopyalamam lazım:D) Bu uyuyamama sorunu yüzünden çat diye uyuyan insanlara acayip sinir olurum. Bunların başında babam geliyor ne yazık ki. Babam daha yastığa kafasını koymadan, kafası havadayken uyuyabilen bir insan. Hatta bazen konuşurken uyuyakalıyor aynen resimdeki canım Abe Simpson gibi. Ben tam bir Simpsons hayranıyım. İleride Bart'la da evlenmeyi planlıyorum.Neyse efenim babam böyle. Tabii ki de annemin ondan az kalır yanı yok. O da uyur hemen.
Sadece ailem mi böyle. Hahayt tabii ki de değil. Arkadaşlarımın bir kısmı da böyle. Beni deli ediyorlar. Pisler. 'Ay benim hiç uykum yok yaaağ' diyip sızanlar, 'Şuraya yarım saat yatayım beni kaldırın' diyip abartısız 14 saat uyuyan, ölümüne uyuyup gıcıklığına beyzbol sopasıyla uyandırdıklarım, konuşurken aniden sızıverenler , uyandırmak için yine kafasına su döktüğüm türlü türlü arkadaşım var. Hepsine sinir oluyorum. Ben de kafamı koyup uyumak istiyorum lan yeter. Ühü.
14 Temmuz 2010 Çarşamba
From Paris With Love
Film klişelerle sarılı olmasına rağmen Jonathan Rhys Meyers adlı taş insana ve de benim pek sevdiğim John Travolta'ya sahip olmasıyla geçer not alıyor.
(Öküz mode on: Jonathan Rhys Meyers sen insan mısın be yavrum?! 2 tur diyeyim bi' kaç arkadaşım anlasın.)
Neyse John Travolta'yı sevme nedenim tabii ki de idolüm canım ciğerim Tarantino'mun en sevdiğim filmlerinden olan (ki her filmine aşığım o ayrı) Pulp Fiction'da oynamasıdır. Ve de filmde Pulp Fiction'a gönderme vardı. Royale with Cheese.
Bu filmde Johnumuz Travoltamız az biraz ayı olmuş. Çılgın atar yapar olmuş falan filan. Çatışma sahnelerinde yardırdı gözüm aferim.
Filmin en komik durumuysa Jonathancığımın uzun bir süre hem de çatışma anlarında dahi kocaman bir vazo taşımasıydı.
Neyse canınız sıkılıyorsa, gideceğiniz sinemanın hayvan gibi çalışan bir kliması varsa gidin canlarım.