28 Temmuz 2010 Çarşamba

Gerçek Avatar:The Last Airbender

Öncelikle şu isim konusuna açıklık getirmek istiyorum kendi adıma. Avatar şimdilerde The Last Airbender diye geçen filmin adıdır. Pis James Cameron'un çakma Pocahantas filmi değil.

Neyse efendim şimdi ben bu gerçek, has ve öz Avatar'ın hastasıyım. Zaten çizgi filmleri çok severim fakat bunun yeri çok ayrıdır.

Gelelim Shyamalan amcanın yaptığı abuk filme. Çok da gelmeyeyim aslında zira filmi pek beğenmedim. Tamam yerden yere vurulacak kadar değil ama yine de olmamış. Salak Sokka olmuş mavi gözlü şirin bir çocuk, güzelim Zuko olmuş bir Bollywoodstar. Zaten Shyamalan birazcık daha kassa tüm film Hint oyuncu kaynayacakmış. Ulen bütün Ateş Ulusu Hintli olmuş be. Aang'i oynayan çocuk da bir garip ama şirin olmuş. Appa desen rezalet, çok çirkin bir yaratık yapmışlar. Neyse gördüğünüz gibi ben filmin böyle olmasına üzülmüş olanlardanım.

Ama gidin izleyin tabii. Toy Story 3'te de dediğim gibi; Film 3D, salonlar klimalı ama değişik olarak çok çocuk gelmiyor. Aşağıdaki çizimi yapan her kimse de öpüyorum burdan.



27 Temmuz 2010 Salı

Deftones Konseri

Aşağıda az sonra okuyacağınız not İnsanoğlu Kuş Misali serisinin ilk yazısıydı. 14 Temmuz 2007'de yazmışım daha doğrusu bir yere yazmışım. Mutlaka daha önce yazmış olmalıyım. Neyse Deftones konseri 24 Haziran 2006 tarihindeydi. İlk çılgınlık denemelerimdendir o konsere gitmek. Yazıya hiç dokunmadım. Konserle ilgili çok şey yazmamışım. Konser şahaneydi, benim için en önemli anıların başında geliyor. Tekrar izlemeyi çok istiyorum. Hala Chino Moreno hastasıyım. Chi o zaman iyiydi, şu an hala komada. Deftones yoluna onun ve bizim için devam ediyor. O nedenle çok mutluyum. Umarım Chi de uyanır. Her şey eskisine ama daha sağlam ve daha güzel devam eder. Öyle işte. Alın hatta bunu dinleyin bir yandan.

http://fizy.com/s/1an666

İnsanoğlu Kuş Misali-1 : Deftones Konseri

İstanbul’a Giriş Dersleri 101

2 kız sabahın 6.30undaki İstanbul arabasına binmek üzere, saat 5 de uyanırlar. Daha doğrusu Gonca uyanır, kahvaltıyı hazırlar ve Sinem’i uyandırır. Zaten gece 3’te uyudukları için uykudan ölmektedirler ama Deftones işte uyanmak lazım. Neyse hazırlanırlar, sırt çantalarını takarlar ve otogara giderler. Fakat şöyle bir ayrıntı var bu iki salak İstanbul’u hiç bilmemektedir, dolayısıyla nerede ineceklerini de:) Muavin sorar neresi diye, valla bilmiyoz biz de diye bir cevap alır. Yedikule Zindanları nerededir:) Adam da bilmez, neyse siz Esenler’ de inin oradan bulursunuz der. İyi bakalım diyip 6 saatlik yolculuk başlar. Bu ikisi pür dikkat yolları incelemektedirler. Adapazarı’nda mola verilir baya güzel bir yerdir, fakat tabi tipler pek normal olmadığı için millet garip garip bakar bizimkilere.(birinin saçı lacivert birininkinin morumsu).Velhasıl kelam İstanbul’a varılır, hatta Esenler’ e de gelinir, eveeeet nerdeyiz bilmiyoz, nereye gitcez onu da bilmiyoz diyip, millete Yedikule niree diye sorulur. O sırada bir tane daha kızcağız da bizimkiler gibi aranmaktadır. Bunlar hemencecik kaynaşırlar. Önce metroylan bir yere, ordan da mavi trenle Yedikule’ye gelirler. Bu arada Gonca ve Sinem hala nasıl kaybolmadıklarına inanamaz halde yürürkene zindanları görürler. Heyoo diye bağırırlar bu arada saat 13.00 sularıdır ve kapılar kapalıdır, deli gibi sıra vardır. Bilet gişesinde de kredi kartı geçmiyordur, aha sıçtık der Gonca zira biletleri yoktur ve nakit para sıkıntısı kol geziyordur. Toplam 150 milyonları vardır ve biletler de 50 milyondur. Kadere razı olunur ve 100 kaat bayılırlar küfrede küfrede (küfretme işini Gonca yapar, Sinem masumdur:)) Bu zavallıcıklar açlıktan da ölmektedirler bir yandan fakat Yedikule de öyle bir yerdir ki anca meyhane var. Neyse yürüye yürüye bi kebapçı bulup, bi güzel tıkınırlar. Plan yaparlar, 50 milyon kaldı napacaz diye. Allah kerim diyip alana geri dönerler ki kapılar açılmış, erken gelenlerin hepsi gölgeleri kapmıştır. Bizim kızlar da bir oraya bir buraya bakınaraktan keşfe çıkarlar. Bilumum tanıdık çıkar, konuşulur, eğlenilir, dedikodu yapılır:)

Deftones Konseri

2 adet amatör grup ki biri Gabrieldi, ötekini hatırlayamıyorum şimdi:), sonra Çilekeş, Dorian, Katatonia çıkar. Bu süre zarfında Gonca, yok yok Deftones yok aslında çıkmazlar; yok canım Chino burada mı şimdi diyerekten saçmalar. Fakat saatler 22.00’ı gösterdiği anda Deftones sahnededir. Herkes şoktadır, Passenger girer ki ilk şarkı olarak , Gonca kalp krizinin eşiğindedir .Ardından My Own Summer’da artık kalp krizi farz olmuştur zira Gonca’nın en sevdiği şarkıdır kendileri. Konser 2 saat mi ne sürer süperdir, bu arada tekrar bekliyoruz efendim bu kesmedi:) Konseri anlatmayayım çok, göremeyenler üzülmesin :p Neyse eee konser bitti napıcaz ne kalcak yer var ne para var derler, Sonra da bari merkezi bi yere gidelim de sabaha kadar bekleyelim derler çünkü Eskişehir arabaları belli saatlerdedir. Konser alanından bilumum yerlere minibüs kalkıyordur. Gonca kızımız görevliye sorar bizim merkezi bi yere gitmemiz lazım, neye binicez diye. Bu arada sadece 10 milyonlarının kaldığını da belirtmek isterim. Harap ve bitaptırlar, İstanbul bizi yiyecek diye beklemektedirler:) O sırada arkadan bi ses ‘nereye gidiyorsunuz Goncaaanım’ der, Gonca ve Sinem şok içinde dönerler. Gonca’nın kuzeni Derya Abi(o günden beri kahramanımızdır kendisi:)) Gonca kuzeninin boynuna atlar, bu kadar sevindiğini de hatırlamaz. Derya Abi de arkadaşlarıyla gelmiştir ve onlarda kalacaktır. Neyse uzun lafın kısası Derya abi bu salakları alır giderler eve. Salondaki çekyat açılır, herkes yorgundur zaten, hemen uyur millet.(Burada bir dip not vermek istiyorum: ağır uyku sorunu olan Gonca, hayatında ilk defa yastığa başını koyarken uyumuştur.) Sabah olur, artık dönüş vaktidir. Derya ağabeyin içi rahat etmez ama önemli bi buluşması vardır, kızlara otogara gidecek otobüslerin yerini tarif ederler ve ayrılırlar.

İstanbul’dan Kaçış

Bu kızlar geze geze bulurlar otobüse binerler, pür dikkat izlerler çevreyi. Vay be İstanbul yendik lan seni zuahahha modunda otogara doğru ilerlerler. 2 saat sonraya bilet bulurlar, hemen alırlar. Açlık gene öne çıkar, otogarda bi dönercide bi güzel yemek yerler. Sonra gezinirken onu görürler: Carrefour:) Koşuuuun diye dalarlar oraya ve Gonca’nın hiç görmemesi gereken şeylerden vcd ve dvdleri görürler. Gonca Sinem’den kaçıp filmlere dalar. Neyse 5 tane vcd, 2 tane de su ile Carrefour’ dan kurtulurlar. Otogara geri dönerler, otobüsleri de gelmiştir. Gonca gazete alma bahanesiyle yoğurt aramaya çıkar, Sinem’ e çikolata.(Sinem’in çikolata, Gonca’nın da yoğurt krizleri pek bi meşhurdur:)) Kolalı jelibon ve 2-3 gazeteyle geri döner Gonca otobüse ve geri dönüş başlar. Eskişehir’ e vardıklarında yorgunluktan ölmektedirler ve hala Derya abiye dua etmektedirler. Ama Deftones dinlenmiştir en önemlisi de budur:)


Bu hikayeden çıkarılacak dersler:
1-Konser biletini önceden al.
2-Kalacak yerini ayarla.
3-Nakit paran bol olsun.
4-İstanbul’dan kork ama seni yutmasına izin verme. Kaybolmuyorsun ilginç bir şekilde.
5-Arada risk almak iyidir.
6-Deftones süper bir gruptur.


Gonca

23 Temmuz 2010 Cuma

Deniz Kenarı Gözlemleri

Şu an Antalya'dayım e tabii doğal olarak sabahın köründe kalkıp denize gidiyorum, şezlonglarda sızıyorum, çılgınlar gibi yüzüyorum. Yılların verdiği deneyimle (:P) deniz kenarında güneşlenmediğim zamanlar yaptığım gözlemleri sizlere sunmaktan büyük kıvanç duyarım. Duydum.

*Çılgın Emekliler: Bu gruba sabahın 6'sında kalkıp denize gelen amcalar ve de teyzeler giriyor. Her sabah gördüğümde 'ulen kaçta geliyorsunuz da şimdi dönüyorsunuz, deli etmeyin lan adamı' diyorum içimden. Uykusuz olunca sinirli oluyorum da biraz. Neyse bu amcalar ve teyzeler her gün birbirlerini gördükleri için kanka modundalar. Bir gün biri gelmezse ' Aaa Nejat beye noldu acaba?' diye meraklandıklarını da görmüşlüğüm var. Bir süre sonra sizinle de kanka oluyorlar.

*Eskinin Kırosu Yeninin Apaçisi: Bu grup adından da belli olduğu üzere değişik delikanlılardan oluşuyor. Bunların bir kısmı kalabalık arkadaş grubuyla gelip, birbirlerinin omzuna çıkıp milletin kafasına atlamaya çalışırlar. Öküzlemesine kahkahalarının da tüm sahili inlettiğini belirtmeliyim.
Bir de bunların iki arkadaş gelip sahilin belirli ama farklı bölgelerine konuşlananları var. Bunlar tahmin edeceğiniz üzere açıkta kız avına da çıkarlar.
Bu grubun son çeşidi de tek başına takılanlardır. Bu tipler bir kız grubu-tercihen turist- bulup yanına çöreklenir. Kızlar denize girerse bu da girer. Kızlar çıkarsa bu da çıkar. Sırf hava atmak için sabahın 11'inde adına vurulduğu Sex On The Beach içer ve sıcakla beraber yamulur. Bunları çoğunlukla şemsiyeci arkadaşlar bir süre sonra alır götürür.

*Çok Güzeliz Yaaa Kızları: Bunlar genellikle 4 veya 5 kişilik kız gruplarından oluşur. Makyajdır, küpedir, bileziktir full aksesuar gelirler. Birbirleriyle konuşurken veya yüzerken, birbirlerinin yüzlerine değil çevredeki erkeklere bakarlar. Ortamda kendilerinden başka kız varsa kötü gözle süzerler. Aynı pozla fotoğraf çekmeye çalışırlar. 'Burcucum çok güzel çıkmışsın' durumunun denizdeki temsilcileridir.

*Sülalecek Gelenler: 8 veya 10 kişiden oluşan aile gruplarıdır. Torun tombalak ve nine vazgeçilmezleridir. Dolma, sarma, köfte, buzlu su da diğer vazgeçilmezleridir. Bir kısmı denize şalvarla, bir kısmı donuyla girer. Tüm gün deniz kenarında takılırlar.

*Ne İdüğü Belirsiz Turistler: Evet turistler canımız ciğerimiz fakat bir kısmı gerçekten çok ilginç. Bunların ailece gelenleri var, arkadaş grubuyla geleni var, yalnız takılanı var. En ilginci ise Rus erkeklerin altın kolye merakı. Çıkarmıyorlar boyunlarından. Bir de bu sene neredeyse tüm turistler denize güneş gözlükleriyle giriyorlar.

*Sevişgenler: Bu grupta adı üzerinde plaja sevişebildiğini göstermeye gelen gençlerimiz yer alıyor. Fazla söze gerek yok.

*The Others: Evet diğerleri kısmına denize yüzmeye gelen, güneşlenirken olay çıkarmayan, sahilde kitabını okuyup suyunu içen, arkadaşıyla sessiz sakin muhabbet eden insanlar giriyor.

Deniz güzel. Yüzmek en güzel şey.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Toy Story 3


Toy Story filmine ilk gittiğim zaman yanımda ailem vardı ve 10 yaşındaydım, daha ilkokula gidiyordum. İkincisine ne zaman gittiğimi hatırlamıyorum. Üçüncüsüne dün tek başıma gittim, üniversite mezunuyum artık. O nedenle filmde duygusal anlara boğuldum. Üstelik bir salon dolusu çocukla.

Toy Story 3 ise tıpkı ilk ikisi gibi çocuk filmi olarak anılmayı kesinlikle hak etmeyen bir film olmuş.

Canııım Woody'nin çabaları, Buzz'ın İspanyol halleri -salonu gülerken inlettim sanırım-, çöpte yanmak üzereyken oyuncakların el ele tutuşmaları -öldürdü o umutsuz bakışları beni-, Andy'nin filmin sonunda tekrar oyuncaklarıyla oynaması çok güzeldi. Ühü.

Toy Story 3'ü mutlaka izleyin. Hava da sıcak, salonlar klimalı. Film de 3 boyutlu. Oh mis.

20 Temmuz 2010 Salı

Nine Inch Nails!

Yazı başı notu: Ben aşağıdaki yazıyı 20 Temmuz 2009'da yazmışım. Rock'n Coke dönüşünde. Şu anda NIN şarkılarını dinliyorum yine. Ben bu grubu seviyorum. Canlı izleyebildiğim için de çok mutluyum. Bu sebepten o gazla yazdığım aşağıdaki yazıyı gram değiştirmeden buraya kopyalıyorum.


Nine
Inch
Nails

Başka söze gerek var mı? Bence yok!
Senelerdir bekliyorum. Beklediğime kesinlikle değdi. Hem de son turnede. Hiç izleyemeyebilirdim de. Çok şanslıyım valla:) NIN’in geleceği açıklandığında tamam dedim, işte bu süper bir haber, ötesi de yok. Bilet satışa açıldığı gün alamadıysam da hemen 2. gün aldım biletimi. Sahne önü biletimi de.
Tam 3 aydır gün sayıyorum. Son 2 gün kala da saatleri. Hele son 3 saat kala kalp krizi geçirmemek için kendimi zor tuttum. Bilumum gencin Rock’n Coke’a Linkin Park için geldiğini biliyorum ama inanın NIN için gelen de çok fazlaydı. Hatta resmen groupieleri de gelmişti, dünyanın dört bir yanından. Çoğunun şahane NIN dövmesi vardı.
Saat 22.00 olunca Sahne önü sırasında beklemeye başladım, bir yandan da derin derin nefes alıyorum. Kafamda kovboy şapkası. Resmen heyecandan midem ağrıyor. Uzun bi bekleyişten sonra demirle açılıyor ve sahne önüne giriyorum. En önde duruyorum. Herkes heyecanlı, herkesin yüzünde inanamazlık ve mutluluk var. Bende de tarif edemeyeceğim bir mutluluk var.
Saat 22.35 oluyor ve NIN sahnede! Allahım ağlamamak için kendimi zor tutuyorum ve çok ciddiyim dalga geçmiyorum:) Ne hoş geldin, ne Hello Turkey, İstanbul gibi yapmacık hareketler. Hiç bişey yok! Trent artizlerin Allahı olduğu için geliyor, çalıyor, bizi mahvediyor ve gidiyor. Giderken de bişey demedi, zaten erken bittiği için gittiğine de inanamadık, uzun bi süre bakakaldık.
Böyle bir performans yok! Böyle bir ses yok! Böyle ışık gösterisi yok!( Tool’un hakkını yemeyeyim ama bu da şahaneydi). Trent 3 kere mikrofon ayaklığını fırlattı, klavyeyi yere attı, oraya buraya tükürdü, mikrofonu bi ara seyirciye attı. Manyak ya! Şu dakika hala inanamıyorum Trent’i canlı ve 5 metre uzaktan izlediğime. Göz göze de geldim kendisiyle tabi abartıyor da olabilirim ama düşüncesi bile yeter bana.
Closer çalmadılar ama olsun. NIN’i ilk ve yüksek ihtimalle son kez dinledim. Bu bana yeter de artar bile. Tüm konser sırf Trent’i izlemek için sakin kalmaya çalıştım ama hastası olduğum The Hand That Feeds çalınca yerimde duramadım, koptum resmen koptum. Bittiği zaman titreyerek çıktım sahne önünden.

Kısacası Nine Inch Nails’i şu güne kadar dinlemediyseniz, en azından dinlemeye başlayın. Canlı dinleme şansını kaçırdınız artık:)

Benim için çok önemli olan bu grubu ve Trent’imi canlı canlı izlediğim için dünyanın en mutlu insanı benim artık!

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Lost Lost Diye Nicesine Sarıldım

Tam 6 sene olmuş Lost başlayalı. 6 sene. Ama bu benim 6 sene önce başladığımı göstermiyor tabii, son 2 senedir izliyorum Lost'u. Az önce bitirdim. Değişik bir his oluştu nedense. Ben internetten dizidir filmdir indirmekle uğraşamadığım için çok sevgili bir sınıf arkadaşım (aka Hacımcımcımcım) sağladı tüm bölümleri bana. İlk sezonu bir cumartesi günü yerimden kalkmadan bitirdiğimi hatırlıyorum. Tey tey. Takır takır tüm bölümleri bitirdim zamanında tabii. Son sezonu iple çektim ama bitene kadar da izlemeye başlamayacağım dedim. Bitince başlarım dedim ama koşturmaktan yalan oldu. Antalya'ya gelip de türlü hastalıkla uğraşınca bitireyim artık şu diziyi dedim.

Gözünü açtığından beri hastası olduğum Jack'i, Star Wars hastası ve de hep böyle bir arkadaşım olsa keşke dediğim Hurley'i, ailemizin müzisyeni caanım Charlie'yi ve brother Desmond'u çok özleyeceğim.

Ne kadar acayip bitmiş olursa olsun, bir dizi için kafamızı patlatmamıza, ulen noluyor yahu dememize sebep olmuştur.

Close your eyes Jack diye bitiresim geldi. Nedensiz.

18 Temmuz 2010 Pazar

Elmalı!

Elmalı Antalya’nın şirin mi şirin bir ilçesi olup, anneannemlerin her yaz taşındığı yayla olarak da bilinir. Biz de her yaz kafamıza estiği zaman hafta sonları buraya kaçarız. Anneannem tam bir misafir manyağıdır. Sekiz çeşit yemek, yemeğin hemen arkasından kahve, hemen ardından çay ve tabii yanında bilumum kek, kurabiye, çaylar bitmeden meyve tabakları, en son da yazsa haşlanmış mısır, kışsa patlamış mısır servisine girişir. Kadın iki dakika oturmaz yerinde bizi deli eder. Elmalı bunun dışında klasik bir Anadolu ilçesi modundadır, daha doğrusu son 20 yıldır falan böyle. Annemlerin zamanında burada bilumum defileler, sinemalar falan varmış. Şimdi şortla gezerken bile insanlar bir dönüp bakıyor. Hele bir de saçlar renkliyse vay halinize. Çeşitli yan ilçeler ve de illerden gelen göçler Elmalı’nın çehresini değiştirmiş durumda. Tabii yok defile mefile dedim ama burası türlü –özellikle evliyalarla ilgili- efsanelerin döndüğü, Kuran’la ilgili çeşitli araştırmaların yapıldığı (bkz. Elmalılı Hamdi Yazır) ve de sağlam türbelerin olduğu bir yer aynı zamanda. Ayrıca her sene (bu sene 658. si yapılacak) güreş şenlikleri de yapılır burada. Köpük diye bir şey olur bu şenliklerde ve ben tatlı yemeyen bir insan olarak yıllık şeker ihtiyacımı buradan karşılarım hatta ‘Şampiyon’ diye lakabım var.

İşte böyle kısa bir tanıtımın ardından bize geri döneyim. Genellikle hafta sonları geldiğimiz için buraya yıllardır yapılanlar bellidir. Cumartesi günü öğlen mutlaka Şen Baba’ya gidilip şiş köfte yenir, akşamına da ayazlıkta mangal yapılır. Ayazlık ne diyecek olursanız balkon gibi bir şey olarak düşünebiliriz. Ben küçüklüğümden beri ayazlığı çok severim, akşamüstü oldu mu kendimi oraya atarım. Hatta bir keresinde oraya çadır kurup gece orada uyumuşluğum bile var. Fakat tabii yağmur, kar, güneş derken ayazlığın tahtaları baya bir eskidi, şimdi mangal esnasında orda keyif yapamıyoruz. Bu arada Şen Baba olayına geri dönmeliyim. Köftelerini en sevdiğim yerdir şu dünyadaki. Hele bir de cacık, piyaz, közlenmiş soğan ve de mis gibi kıpkırmızı domatesler olunca yanında, of of diyeyim. (Umarım bunu okurken aç değilsinizdir. :)) Bu arada ev iki katlı ve ahşap. Üst katta anneannemler, alt katta anneannemin kardeşi, kısaca Dayılar yaşıyor.

Ben şimdi izninizle günümüzden bahsetmek istiyorum. Annemle Cuma akşamüstü kalktık Elmalı arabasına bindik. Ölüyoruz açlıktan bu arada. Eve geldik ki amanın anneannem döktürmüş. Sofraya yumulduktan sonra ki saatler 22’yi gösteriyor olmalı milleti bir uyku tuttu. Annemi zaten buraya gelince hava mı çarpıyor nedir çat diye uyudu. Ulen saat daha 23.00. Herkes de yatınca tabii ben oturdum laptopta Lost izlemeye başladım. Bu arada evde teyzemin Finike’ye giderken yanına almadığı kedi Duman da var ve annem kedilerden korkar. Evde kovalamaca oynuyorlar resmen.

Duman evin en serin bölgesini bulup direkt oraya yayılmasıyla ünlü.


Neyse tabii ben 2 bölüm falan izledim Lost’u, amanın 3.ye başladım şarjı bitiyor. Ev eski olduğu için odalardaki prizlere tüm fişler giremiyor, dolayısıyla hep üçlü priz desteği lazım oluyor. Ben gecenin 1’inde ahalinin uyuduğu ahşap evde, üçlü priz derdine düştüm, bir tane buldum o da bozuk çıktı. Bir yandan da bizim odanın kapısını kapamaya çalışıyorum ki Duman girmesin. El mahkum bari yatayım dedim. Çekyatlardan nefret ediyorum dostlar. Öyle böyle değil hem de. Neyse yattığımda saat 1.15. Uyuyamıyorum. Dönüyorum, düşünüyorum, yok. En son bir ara saate baktığımda 3’tü, sızmışım. Bilumum sela ve ezan seslerine karşı da uyumayı sürdürdüm ve de saatler 13’ü gösterdiğinde uyandım. Apar topar giyindim Şen Baba’ya gittik. Buradan sonrasını yediğin içtiğin senin olsun kapsamına girdiği için anlatmıyorum ama eskisi kadar yiyemediğim için üzüldüm diyeyim. Akşamına da çılgın bir mangal macerası. Tamamdır. Klasik olarak cumartesi akşamı akrabalar geldi ve de ortamda olmayan akrabalar hakkında dedikodu yaptılar. Duman da babacığımı aratmayan bir performansla evin çeşitli bölgelerinde uyudu. Velhasıl Pazar oldu gitme vakti yaklaştı. Fakat o da ne bir yağmur başladı ki göz gözü görmüyor sayın okuyucular. Otobüsle gideceğiz o yüzden belli bir yere kadar çıkmamız lazım ki, çıkmamızla sırılsıklam olmamız bir oldu. Bu arada Elmalı kuru bir iklime sahip olduğundan ve de ben nemli ortamlara alışık olduğumdan, evde devamlı ‘Kuruduuum, kuruyoruuuum’ diye bağırıyordum. Sanırım bu sırılsıklam halimde cevabımı almış bulunuyorum. Manyak bir yolculukla (150 kiloluk bir amca yanıma daha doğrusu vücudumun sol tarafına oturdu, bir bebek ağladı durdu.) Antalya’ya geldik. Evim evim güzel evim.

Sonuç olarak demem odur ki; beyaz tshirtle sağanak yağmura yakalanmak gibisi yoktur.

15 Temmuz 2010 Perşembe

Karikatür Camiası

Çok iyi hatırlıyorum ben küçükken rockstarlarla yatmak önemliydi ortam ablaları için. O durum son 4-5 senedir karikatüristlere kaymış durumda. Uykusuz veya Penguen okumayana bakmaz olmuş insanlar. Oralardan yazı araklayan araklayana zaten. Ortalık küçük Umut Sarıkayalar, küçük Ersin Karabulutlar kaynıyor.

4 senedir üniversitemin Karikatür Kulübü içindeyim. 3 sene de başkanlık yaptım. Bunların çoğunun ciğerini biliyorum o yüzden. Öncelikle iki çizik atıp 'hehö ben karikatüristim' diye geçinen tipler üredi. Sonra 'abi Ersin beni anlatıyor yaa' cılar. Arkadaşlarıyla tamamen Yiğit Özgür karikatürleri aracılığıyla konuşanlar da var mesela. (Hayır, şarkıcı olamıyor.) 'Esprilerim çok iyidir benim' diyip de Alpay Erdem-Vedat Özdemiroğlu mixi yapıp getiren de çok oldu. Neyse bunlara çok laf edecek yetkili merci değilim tabii ben ama durum genel olarak böyle.

Bilumum dergiyle muhattap oldum tabii ben bu kulüp sayesinde. Leman bizi hiç sallamadı mesela. Ha keza Penguen de öyle. Hep bahane uydurdular. Uykusuz'u bu konuda tek geçerim. (Tabii telefonda saatlerce dil dökmelerimi saymıyorum şu an.)

Bundan sonra isim yok gençler kusura bakmayın.
Şu genç kızların ölüp bittiği, genç erkeklerin de idol saydığı çoğu karikatürist aslında harbiden tırt insanlar. 'Ben burda kalmam bana 5 yıldızlı yer ayarlayın' diyeninden, trenden iner inmez 'aha karı' diye üstüme atlayanından, söyleşiye gelip de ağzını açmayan çeşidinden, söyleşiye sarhoş gelmek gibi salak bir düşünceye sahip olanlarından, gece eğlenme amacıyla gidilen mekanda barmenin sevgilisine asılıp dayak yiyeninden, romantik prens modunda takılıp da aynı anda 3 kızla yiyişeninden (gram abartma yoktur, oturduk tüm kulüp ağzımız açık izledik.), yatağa atmaya çalıştığı kız(lar)ın hesabını falan da kulübe kitleyeninden, çok çeşit insanlar bunlar.

Tabii böyle garip olanların dışında dünya iyisi olanlar da var. Hala muhabbetimizin sürdüğü insanlar bunlar. Harbiden insan olanlar yani. Gece mekanda bile karikatür dersi vereninden, yolda gördüğü zaman selam verip, sarılanından bunlar. Onlara selam ederim.

Demem o ki sadece okuyun ve geçin çoğunu. Öyle idolünüz de yapmayın. Ya da bir kaçını yapın hadi izin verdim.

Uyku Mevzuu


Benim uyku sorunum var. Hem de öyle yeni falan değil kendimi bildim bileli var. Hiçbir zaman kafamı yastığa koyduğum anda uyuyamadım. Gerçi durun bir kere oldu. Çılgın Deftones maceramızdan sonra kafam yastığa değer değmez uyudum. (İyi oldu hatırladığım o yazıyı buraya kopyalamam lazım:D) Bu uyuyamama sorunu yüzünden çat diye uyuyan insanlara acayip sinir olurum. Bunların başında babam geliyor ne yazık ki. Babam daha yastığa kafasını koymadan, kafası havadayken uyuyabilen bir insan. Hatta bazen konuşurken uyuyakalıyor aynen resimdeki canım Abe Simpson gibi. Ben tam bir Simpsons hayranıyım. İleride Bart'la da evlenmeyi planlıyorum.Neyse efenim babam böyle. Tabii ki de annemin ondan az kalır yanı yok. O da uyur hemen.

Sadece ailem mi böyle. Hahayt tabii ki de değil. Arkadaşlarımın bir kısmı da böyle. Beni deli ediyorlar. Pisler. 'Ay benim hiç uykum yok yaaağ' diyip sızanlar, 'Şuraya yarım saat yatayım beni kaldırın' diyip abartısız 14 saat uyuyan, ölümüne uyuyup gıcıklığına beyzbol sopasıyla uyandırdıklarım, konuşurken aniden sızıverenler , uyandırmak için yine kafasına su döktüğüm türlü türlü arkadaşım var. Hepsine sinir oluyorum. Ben de kafamı koyup uyumak istiyorum lan yeter. Ühü.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

From Paris With Love

Şimdi efenim ben dün sinemaya gittim. Antalya'da yaşayanlar bilirler; Migros'taki Cinebonus güzeldir falan filan ama yazın buz gibidir. Üstünüze şal mal almanız bile gerekir, o kadar yani. Dedim sabah denize gitmişim artık evden çıkmışken bir de sinemaya gideyim. Toy Story 3 ve de From Paris With Love arasında kaldım fakat çılgın dolmuş şoförü yüzünden Toy Storyciğimi kaçırdım ve de Paris'ten Sevgilerle diye çevrilmiş olan filme girdim.
Film klişelerle sarılı olmasına rağmen Jonathan Rhys Meyers adlı taş insana ve de benim pek sevdiğim John Travolta'ya sahip olmasıyla geçer not alıyor.
(Öküz mode on: Jonathan Rhys Meyers sen insan mısın be yavrum?! 2 tur diyeyim bi' kaç arkadaşım anlasın.)
Neyse John Travolta'yı sevme nedenim tabii ki de idolüm canım ciğerim Tarantino'mun en sevdiğim filmlerinden olan (ki her filmine aşığım o ayrı) Pulp Fiction'da oynamasıdır. Ve de filmde Pulp Fiction'a gönderme vardı. Royale with Cheese.
Bu filmde Johnumuz Travoltamız az biraz ayı olmuş. Çılgın atar yapar olmuş falan filan. Çatışma sahnelerinde yardırdı gözüm aferim.
Filmin en komik durumuysa Jonathancığımın uzun bir süre hem de çatışma anlarında dahi kocaman bir vazo taşımasıydı.
Neyse canınız sıkılıyorsa, gideceğiniz sinemanın hayvan gibi çalışan bir kliması varsa gidin canlarım.